İslam|İslamiyet|Din|Müslümanlık
  Dunya'ya Dagılamanın Zarureti
 

Gökhan Bacık

            Devletler neden yıkılır? Zenginlikleri, saadetleri bizlere masal gibi anlatılan muhteşem milletler nasıl olup da  tarihe gömülmüştür? Milletleri yükselten, yıkan sebepler nelerdir? Bu tip sorulardan tarihçiler hiçbir zaman uzak kalamamışlardır. Şüphesiz geçmişte yıkılıp gitmiş onlarca medeniyetten haberdar olup “yıkılmaz” bir medeniyet kurmak hedefini içinde taşıyan günümüz insanı için, aranan cevap çok önemlidir.

            Bizlere okutulan tarih biliminin bütün üstatları eserlerinin önemli bir kısmını aynı konuya ayırmıştır: İbn Haldun, Spengler, Ahmed Cevdet Paşa, Kennedy.. Okuduğumuz kitaplar sayısı meçhul yıkılışlardan, yani insanlığın ortak ızdıraplarından bahsettiği sürece, aynı arayışın sürmesi kaçınılmazdır. Aslında herkesin fiilen içinde olduğu bu merak oyunu, yükseliş ve yıkılışın tarihi bir ufukta birbirine yaklaştırılarak onları meydana getiren temel etkenin bu saf modelden çıkarılmasından ibarettir. Bu, şu anlama gelir: Daha birçok başka sebep olmakla beraber, bir büyük fail -müteharrik kuvvet- varlığı ile milletleri yükseltmiş; yokluğu ile yıkılışlarına sebep olmuştur. Yani yükseliş ve yıkılış birbirlerine zıt noktalarda aynı sebebin olup olmamasına göre bize tarihi yansıtan karşılıklı iki ayna gibidir.

            Ne var ki, tarihte yerini almış bütün eski devletlerin yükseliş ve yıkılışlarının sebeplerini araştırmanın imkânsızlığı da ortadadır. Ancak çok önemli sayılabilecek devletler ele alınarak, umuma şamil bazı neticeler elde edilebilir. Paul Kennedy bu yazıda ele alınan konuyla ilgili önemli bir eserinde “... son beşyüz yılda büyük güçlerin yükseliş ve çöküşlerine ilişkin tarihi kayıtlara bakarsak genel geçerliliği olan bir takım sonuçların çıkartılabileceğinin açık olduğunu görürüz.” demektedir. Yine medeniyetlere yönelik çalışmalarıyla tanınan Spengler aynı konuda yükseliş ve yıkılışın din, dil, sanat ve bilimde varılan noktalar ile askeri güç, ekonomik güç.. gibi temel kriterlere göre sebep-netice münasebeti içinde tarihi bir temele oturtulabileceğini vurgulamaktadır.

Şimdi yukarıda kendilerinden kısaca alıntılar yaptığımız bu iki tarihçiden şu sonuca varabiliriz:

Tarihin, medeniyetlerin dinamikleri açısından incelenmesi, bizlere önemli ipuçları sağlayacaktır. Bu ipuçları, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden bugüne kadar yaşadığımız devrin değerlendirilmesi için de önemlidir. Çünkü sözü edilen devir Müslümanların medeniyet açısından bir yıkılışı yaşamalarını ve sürekli yenilenmek için arayış içinde olmalarını ifade eder.

Böylelikle kendi tarihlerinde yer alan yükseliş ve yıkılışın idraki içinde bulunmak Müslümanlar için elbette geleceğe yönelik projeksiyonlarda kullanılır bir veri olacaktır. Gerçekte Koçi Bey’den bu yana bütün dehşetiyle çöküşün farkında olan Türkler hâlâ neden yıkıldıkları konusunda bir karmaşa yaşamaktadırlar. Dini ilimlerde tıkanıklık, bilimin yokluğu, kapitalizmin yükselişi, ordunun tefessühü ve politize olması, Akdeniz’in yukarı Avrupa’ya nazaran güç kaybetmesi, milliyetçiliğin yükselmesi, kabiliyetli idarecilerin azlığı, tebânın kışkırtılması, ticari zihniyetin inkişaf etmemiş olması, Türklerin idareden uzak tutulmuş olması, tabii sınırlara ulaşılmış olması, v.s. Bu listenin uzatılması mümkündür. Fakat hangisinin temel ve en mühim faktör olarak yıkılışı doğurduğunun tespiti çok zordur. Ne var ki, bu zorluk bir mazeret olamayacaktır, zira; yenilenme arayışı içindeki toplum için yeni yönlenmenin ve koordinatların tespitinde çöküşle ilgili mutlak bazı gerçekliklerin elde edilmesi şarttır.

Müslümanların kurduğu medeniyet neden yıkılmıştır?

Polonya halk şarkılarının, İncil’den Kudüs Patriği’nin istihrac ettiği delillerle süslenen duaların dahi selamladığı bu medeniyet, nasıl olup da eşi görülmez biçimde yıkılmıştı ki, ardından kalan boşluk el’an dünya siyasi coğrafyasının en problemli bölgesi olarak kalmıştır. Müslümanlar medeniyetlerine can veren hangi damarı kesmişlerdi ki, bütün uzuvları felç olmuş bir hasta adam gibi türlü saldırılara karşı koyamamışlardır? Yoksa bütün sayılan sebepler bir açıklamadan ibaret olup da, İbn Haldun’un kaçınılmaz sonu, İslam medeniyetinin de mi yok oluşuna sebep olmuştu? İbn Haldun, Mukaddime’nin 14. Fasl’ında aynen şöyle söylemektedir: “O şahıslar gibi devletlerin de tabii ömürleri vardır. Onlar da bütün canlılar gibi ölüp giderler.”

*    *    *

Müslüman medeniyetlerin yıkılışına dair önemli bilgiler tarih aynasının öbür tarafında, yani Batı’nın yükselmesinin altında yatmaktadır. Her şeyden önce Batı niçin hâkim güç olmuştur? Nasıl bir yıkılış için onlarca sebep sayılabilirse, yükseliş için de liste uzatılabilir; bilimin inkişafı, kilisenin mağlup edilmesi, endüstri devrimi, v.s. Şüphesiz bütün bunlar muteber sebeplerdir, ancak bugün global köyün her köşesinde Batı’nın tesirleri varsa, sayılan birbirine eşit sebeplerin altında daha büyük bir müteharrik faili aramak durumunda kalırız.

Verilebilecek cevap Batı’nın diğer bütün başarılarının ötesinde yükselişe geçtiği ilk andan itibaren krallardan, toplumun en alt kesimine kadar hemen herkesçe paylaşılan dünyanın her karışına yayılmada gösterilen son bulmaz iştiyaktır! Aynı iştiyak Batı’nın yükselmesinde basamak olarak telakki edilebilecek her hamlede kendini hissettirir. Afrika’ya yayılan İngilizlerin Tanzanya’nın kuzeyinde rastladıkları göle kraliçelerinin ismini (Victoria), yanındaki, Uganda/Zaire sınırındaki göle de kraliçenin eşinin (Prens Albert) ismini vermelerinde, yani bütün bir Afrika coğrafyasına kendi anlayışlarını yaymadaki heyecanlarında aynı his görülebilir.

Şüphesiz bu hırs, yerli halklar için ölümcül neticeler doğurmuştur. Ancak burada vurgulanmak istenen, yayılmakta olan insanların içinde bulundukları duygu atmosferidir. Nitekim Alonzo Martini’nin haftalar süren çok zorlu uğraşısından sonra karşısında gördüğü Büyük Okyanus için sarfettiği sözlerde de aynı iştiyakın izlerini bulmak mümkündür: “Büyük Hükümdar Ferdinand adına bu denizlere, kara parçalarına, kıyılara, içindeki bütün adalara limanlara maddeten; hakikaten sahip çıkıyorum!Zweig, kitabında bu olayı anlatırken Martini’nin kılıcını hırsla suya vurduğunu da belirtmektedir. Anlatılan durum hiçbir şekilde istisnai değildir. Dünyaya yayılma arzusu en üstten, en alta kadar herkesçe mukaddes bir vazife gibi telakki ediliyordu. Papalık resmi bir ilan ile bütün dünyayı İspanya ve Portekiz arasında İspanya’nın batısından geçen farazi bir hattı dikkate alarak taksim etmiştir. Buna göre iki taraf kendi alanlarında yeni keşifler peşinde koşacak ve buldukları her şeye Hıristiyanlık adına sahip çıkacaklardır. Nitekim öncü kolların açtığı yollardan misyonerler akın akın doğuya yönelir. Kilise, kurulduğundan beri, böyle büyük bir cemaat bulmamıştı.

Eski Avrupa kıtasında bulunanlar yayılmanın ne manaya geldiğini çok iyi biliyordu. Böylelikle Avrupa düşünce tarzı kalıcı biçimde dünyaya yayılmaktaydı.

Gün geçmiyordu ki Bari, Venedik, Bologna limanlarından Yeni Dünyayı keşfe gemiler demir almasın. 1846–1890 yılları arası Avrupa’dan dünyanın değişik taraflarına göç eden insan sayısı Kennedy’ye göre yılda ortalama 377.000 kişidir. Bu, dönemin ulaşım ve teknik şartları da düşünülürse muazzam bir rakamdır. Osmanlı iktisat tarihinin önemli bir uzmanı olan Charles Issawi’nin ki tabında belirttiği rakamlara göre aynı dönemin (1884) İstanbul’unun nüfusu 895.000’dir. Bu şu mânâya gelir; her iki yılda bir Avrupa’dan yaklaşık İstanbul kadar (yani dönemin Müslümanlarının en ihtişamlı merkezi) insan dünyaya yayılmaktadır. Peki, bu kadar büyük sayıları kim meydana getiriyordu? Elbette bunların içinde kanunun aradığı suçlular, işsizler, maceraperestler de vardı. Ancak gittikçe faydası hissedilen yayılma, hızla planlı bir şekilde ticaret adamları, gemiciler, misyonerler, seyyahlar tarafından icra edilen bir hareket halini almıştır. Akın akın dünyaya dağılan aynı insan topluluğu, yaptıkları gündelik işlerle bile Avrupa düşüncesini, değerlerini, en önemlisi Hıristiyanlık’ı yaymaktaydı. Göç dalgası zamanla güç kazanmıştır. 1891–1910 yılları arasında yıllık göç eden insan sayısı üç katı bir artışla 911.000’e çıkar. Avrupa’nın dışa bu denli göç verdiği dönemde yıkılışın belirtileri olarak İstanbul’un nüfusu ise dıştan gelenlerle artmaktadır: 1910 yılında şehir nüfusu 1.056.000 olmuştur. Osmanlı Devleti toprak kaybettikçe işgal kuvvetlerinin zulmünden kaçanlar İstanbul’a sığınmaktadır. Dönemin İstanbul’unun demografik değişimi yıkılışın sayısal tasvirini önümüze koymaktadır. Müslümanların eskiden paylaştıkları yayılma, hicret düşüncesi kuvvetini kaybederken “gerçekten de, 1846–1930 yılları arasında, 50 milyondan fazla Avrupalı kıta dışında yeni bir hayat kurmak gayreti içinde olmuştur.” (bkz. Yirmibirinci Yüzyıla Hazırlanırken, P, Kennedy! Sayfa 50,

Avrupa’dan kaynaklanan göç hareketlerinin kıta için de faydalarını vurgulamak gerekmektedir:

1) Avrupa seyrekleşmekte, böylelikle kişi başına düşen maddi imkânlar artmaktaydı.

2) Göçenler hem hammadde akışının düzenli olmasını, hem de büyük miktarda üretim yapan Avrupa sanayisine pazar ve iş imkânları sağlamaktaydı.

Sözü edilen maddi fayda, göçlerin bu denli uzun sürmesinin de sebebiydi. Göç edenler bunun şuurunda olmuşlardır. Amerikan Hükümeti tarafından Maryland Üniversitesi profesörlerinden Keith Olson başkanlığında bir heyete yazdırılan “Amerikan Tarihinin Anahatları” adlı kitapta bütün zorluklara rağmen elde edilecek büyük karşılığın şuurundaki fakir toplulukların nasıl göç ettiklerini anlatmaktadır: “Göç edenlerden kendi yol masrafları için gerekli parayı bulabilenler bile nâdirdi. Bunu yapamayanlar göç edebilme pahasına Virginia CO gibi şirketlere borçlanıyorlar, karşılığında ise ücretsiz işçi olmayı kabul eden belgeler imzalıyorlardı.” Bu satırlar göç eden insanların maddi imkânsızlıkları da nasıl gözardı edebildiklerine güzel delildir,

*   *   *

Bütün bunların sonucu olarak 20. yüzyılın başında Batı’nın imparatorlukları kurulmuş, İngilizce- Fransızca mahalli halklar tarafından kullanılır hale gelmiş, buna karşılık Müslüman toplumlar ise genel bir gerileme içine girmiştir.

Müslümanların, parlak dönemlerinde sergilediklerinin aksine, durgun bir devri yaşadıklarından söz edilmektedir. Bediüzzaman, “Muhakemat” adlı eserinde Asya’nın yeniden eski gücüne ulaşmasıyla ilgili satırlarında bu durgunluğun farkında olarak “ve medeniyetin kanunu olan telahuk-u efkâr ve zaruretin semeresi olan hafiflik ve cür’et-i teşebbüs..” kavramlarının altını çizmiştir. Yapılması gereken, yukarıda Avrupa tarihinde görüldüğü gibi, harekete geçmekti. Çünkü din Doğu için başkaydı. Martini’den çok önce Nafi, Afrika’nın tabii sınırı olan Akdeniz kıyısından daha ileri gidememenin sıkıntısını dile getirmişti. Sonrakiler Endülüs’te hem de İslam’ın doğuşundan çok kısa telakki edilebilecek kadar bir süre sonra medeniyetlerinin zirvelerinden birini meydana getirdiler. Henüz hicri ilk asır son bulmadan sayıları binlere varan Peygamber(sav)’in arkadaşları son nefeslerini Bizans topraklarında vermiştir. En önemlisi bütün peygamberler hicret etmişti. Hz. Peygamber(sav) son nefesini verirken Bizans tarafına gitmek için son hazırlıklarını yapan bir ordu Medine yakınlarında beklemekteydi. Yurdundan ayrılmak iman kavramıyla çok alakalı bir arzu haline İslam’la beraber gelmiştir. Bu arzu hiçbir şekilde Avrupa kaynaklı emperyalist yayılma ile benzeşmez. Bunun en belirgin delili Orta Doğu’nun, Kuzey Afrika’nın Osmanlı yönetiminden 19. yüzyılla beraber Batılı güçlerin yönetimine geçmesindeki dönemde görülebilir.

Aynı benzerlik Batı’nın inisiyatifi altında kan gölüne dönen Balkanlarda görülebilecektir. Dolayısıyla Müslümanların idaresi, tarihin türlü devirlerinde Rumlar, Yahudiler tarafından arzulanır hale gelebilmiştir. Çünkü İslam dini, özünde idare kavramını çok ayrıntılı biçimde düzenlemiştir. Bu, büyük sorumluluk ve yeterlilik isteyen bir kavramdır.

Dinin en hassas tartışmalarından birisi de bu konuda gerçekleşmiş ve büyük eserler meydana getirilmiştir.

Müslümanların dünyaya yayılmalarında sıradan görünen insanların payı büyük olmuştur. Afrika’da en iptidai kabilelerin dahi sevgisini kazanan Abdullah bin Yasin, bütün Nil Vadisi’ni yürüyerek dolaşan Osman el-Emir Gani, Cava’da bütün ailesini bulaşıcı bir hastalık sebebiyle kaybetmesine rağmen bölgede 21 yıl tek başına kalan Mevlana Malik İbrahim ve benzerleri, şimdi sadece tarih kitaplarının unutulmuş ayrıntılarını oluşturuyor. Ne var ki geçmişte tesis edilen İslam’ın altın dönemi bunlara benzer gayretlerin ürünü. Bütün bu insanlar hiçbir art niyet taşımadan evlerini terk ediyorlardı. “Karşılıksız aldınız, karşılıksız verin. Kuşağınıza altın, gümüş ya da bakır para koymayın. Yolculuk için ne torba, ne yedek gömlek, ne de çarık almayın. Çünkü yolcu kendi yiyeceğini hak eder.” öğütleri kulaklarından eksik olmuyordu.

*   *   *

Günümüzde yaşamakta olduğumuz Batı’nın ürkütücü üstünlüğü yukarıda kısaca anlatılan geçmişte sahip oldukları duyguyla ilgilidir. Teknoloji ve iletişim devrimleriyle son şeklini alan dünyamızda, barış ve hoşgörü arayan insanlar için sözü edilen tarih çok önemlidir. İlk Müslümanların aldıkları barış mesajını yaymada gösterdikleri gayret hatta ilk Hıristiyanların aynı sebeple katlandıkları zorluklar ve nihayet Batı’nın büyümesinde kendi değer ve güçlerini yaymada gösterilen hırs. Günümüz dünyası çeşitli merkezlerden pompalanan bunalımlarla iç içedir. Bölgesel çatışmalar, birçok dünya ülkesinin içinde bulunduğu imkânsızlıklar, bütün bunlar insanlığın ilahi olarak lütfedilen imkânlar içinde karşı karşıya kaldıkları durumlardır. Bu, bütün bu bunalım fırtınalarının aksine, iyiliği ve barışı dağıtacak bir kuvvetin gerektiği anlamına gelmektedir. Dikkate alınması gereken nokta, imkânların-elbette tesirleri ihmal edilmemek şartıyla- sadece madde ile oluşturulmuş dünyada olmadığı, bunun ötesinde insanların vicdanlarında, kalplerinde ve akıllarında tabii olarak bütün herkese daha iyi yaşamak için götürebileceği mesajı olduğuna inananların bulunduğu- dur.

Geçmişte çöller develerle aşılmıştı. Günümüzde bütün imkânlar, insanların kalplerine giden muhabbet yolunu inananlara yakınlaştırıyor.

 

Kaynaklar:

1- Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü, T. İş Bankası Y..

2- Paul Kennedy, Yirmibirinci Yüzyıla Hazırlanırken, iş Bankası Y., 1997

3-Thomas Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, Akçağ Y.

4-Ali Sevim, Anadolu’nun Fethi, Türk Tarih Kurumu Y.

5- Charles Issawn, The Economic History of Turkey, Chicago Press

6- Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, T. iş Bankası Y.

7- Ellis-Fisher, A History of Engilish Life, Methuen Y.

8- Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, Sözler Y.

9- İncil, Mana 10,  s 5.14 

 
  Bugün 11 ziyaretçi (18 klik) kişi burdaydı!
 
 


Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol